Genç adam sabah yüzüne vuran güneş ışınları ile uyanmıştı. Onların güneş ışınları olduğunu biliyordu, çünkü ancak onlar yüzünü bu denli ısıtabilir, yanaklarını babasının öptüğü zamanlarda olduğu gibi okşayabilirdi. Yerinden doğruldu ve güneşe doğru gerindi, her sabah yaptığı gibi selamladı güneşi. Son gecelerde hep terasta yatıyordu, rüzgarın tenini okşadığı bu gecelerde rüyasında annesini görüyor, ama sabahları onu uyandıran güneş ışınlarından sonra ne gördüğünü bir türlü hatırlayamıyordu. Terasın kapısını açtı, trabzanlara tutunarak dört adım saydı, sonra yavaşca merdivenlerden aşağıya indi, üç adım soldaki kapıya doğru ilerledi ve babasının odasına girdi. Babasının sabah homurdanmalarına dogru yürüyordu, bu sırada rüzgarla çarpan pencerenin açılıp kapanmasıyla odanın içerisine yapraklar savrulmuştu, bunu biliyordu, çünkü ayağının altında kurumuş yaprakların hışırdadıklarını duymuştu. Oda uzun bir ağacın gölgesinde olmalı diye düşündü, terasta çıplak ayaklarını yakan güneş içeride hissedilmiyordu. Yönünü değiştirip rüzgara doğru yürüdü ve pencerenin tam önünde durdu, elini rüzgarın yaprakları savurduğu noktaya tuttu ve bir süre orada sanki yağmurun altında yıkarmışçasına ellerini ovuşturdu, sonra ellerini yüzüne doğru geri çekti, yanaklarına, dudaklarının bittiği çizgilere yaklaştırarak fısıldadı: “Çoktan keşfedilmiş bir yeri tekrar bulmak gibisin”.
O sırada babasının sabah homurdanmaları artmıştı, inlemeyle karışık bir ses duydu; “Rüzgarın önünde durma oğul, hasta olmayı istemezsin ya.” Babasının sesini duyan genç adam sesin geldiği yöne doğru dört adım attı, genç adamın sol ayağı yatağın sağ ayağına çarpınca kendisini yatağın üzerine bırakıverdi. Yatak yumuşak ve nemliydi. Nemden yüzü üşüdü ve başını kaldırdı genç adam. Babasının nefesini yanağının hemen solunda hissedebiliyordu. Günlerden beri merak ettiği ama bir türlü soramadığı soruyu babasına sormak istedi. Duraksadı, dudakları hala nemden hafif ıslak cümleye başladı. “Annem” dedi “neye benziyordu baba?” Yatağın rüzgar almayan kısmında babasının nefesini alıp verişinin hızlanmasını ve bir türlü sese dökülemeyen nefesini dinledi bir süre. “Annen deniz gibiydi oğul” dedi babası “bize ait değildi o”. “Deniz gibi mi” diye düşündü genç adam, hayatında ilk defa denizin ne olduğunu merak etti. Susması gerektiğini biliyordu, babasının sessizliği daha fazla konuşmaması gerektiğini söylüyordu. Fakat, kendini tutamadı “neden bize ait değildi baba? diye soruverdi. Bir süre sessizlik odadaki tek varlıktı, sonra babası uzun bir cümle sarfetti. “Biz toprak insanlarıyız oğul, aşımızı topraktan çıkarır, toprak uğruna can veririz, toprağa karışırız. Deniz insanı toprağı bilmez, sevmez. Onlar için toprak uzak diyarlardadır, diyarlar ise sadece denizin öte kıyısında.” Genç adam babasının sözlerini sanki bir masalmış gibi dinliyordu. Bir süre sonra sessizlikle baş başa kalmıştı. Sanki garip bir evrenin içine girmişti. Ellerini geriye doğru çekti. Onlardan akan sıcak, kırmızı sıvıya baktı. Hem elleri hem de yüzünün bir kısmı kan içindeydi. Elindeki bıçağı yatağın üstüne bıraktı. Babası hemen solunda soluksuz yatıyordu. Odadan çıktı, evin siyah beyaz boyanmış ana kapısına yöneldi, arkasına bile bakmadan dışarı çıktı. Sağında ve solunda uzun ağaçlar bulunan çiçekli yoldaki at arabasına bindi. Arabayı çeken iki siyah ata kamçıyı vurdu ve yola koyuldu.
Sessizlik ve özlemle saatler geçti. Adamın tek yaptığı şey yolun ilerisindeki ufka bakmak, onu artık tüm renklerin bütünüymüş gibi siyah bilmemekti. Sonunda, çift katlı evlerin arasından onu gördü. Arabadan aşağıya atladı ve ona doğru koştu. Mavi’ye yaklaştıkça arnavut kaldırımı yolların üzerinde ağır adımlar atmaya başladı. Üzerindeki yeşil kazağı ve tüm diğer giysilerini bastığı son toprakta yere attı. Şeffaf maviye doğru ellerini uzattı adam ve kendisini onun içine bıraktı. Hafif esen rüzgarla sırtının en koyu yerlerinin üzerine düşen sonbahar yapraklarını sırayla saydı. Kendisi mavi’yle bir olana kadar mavi’ye sarıldı, mavi’yi hissetti, mavi’yi kokladı, mavi’yi dinledi, mavi’yi tattı ve neredeyse hava kararmak üzereyken mavide kendi yansımasını gördü. Yansımasında arka taraftaki bir ağaçta duran kuş ilgisini çekti. Bir baykuş onu izliyordu. Baykuşa yoğunlaştı, onu daha iyi tanımak istedi ama mavi’yi terketmek de istemiyordu. Mavi’deki yansımasından bir an için ayrıldı ve başını hafifçe arkaya çevirdi. O anda mavi’den uzaklaştığını hissetti.
Genç adamın vücudu ıslak, yüzü ise nemliydi. Başının üzerinde bir el farketti, yanağındaki öpücük genç adamı kendine getirdi. Babasının sesini duydu; “Dün benim yatakta uyuyakalmışsın oğul, kaldırmak istemedim”. Pencereden içeriye giren rüzgar genç adamın tenini okşuyordu. Güneş ışınları ağacın dalları arasından kendine bir yol bulmuş olmalıydı ki, oda sımsıcak olmuştu. Babasına bir şey söylemeden ayağa kalktı genç adam. Yatağın ayak ucundan pencereye üç adım saydı. Yapraklar ayaklarına çarpıyor, hışırdıyordu. Ellerini her sabah yaptığı gibi pencereden dışarıya çıkardı, rüzgara doğru tuttu, ovuşturdu ellerini. Sonra yavaşça yüzüne, yanaklarıyla dudaklarının birleştiği çizgiye doğru yaklaştırarak fısıldadı; “Unutmak, başka bir hayatın yeniden doğum yapmasıdır”.
Wednesday, November 15, 2006
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment