Wednesday, November 15, 2006

Yarım Hayatlar

Kendi hikayesini yazamamış adam…

Gazete sayfalarını hızla çevirerek, kızgınlık, umutsuzluk ve hayalkırıklığıyla karışık bir duygu durumunda , midesinin her bir hücresini yakan kahvesini yudumlayarak başladı güne.
Doktor kahve içmesini kesinlikle yasaklamıştı.Delebildiği yasaklardan ne kalmıştı elinde, kahvesine sıkı sıkıya sarılıp düşündü, bir de sigara yaktı yanına çok uzun yaşamak için ne bahanesi ne de isteği kalmıştı.
1970’lerde Türkiye’de dünyaya gelmek insana öyle uzun hayatlar yaşatır ki; kırkına geldiğinde, üç beş hayat yaşamış gibi olursun, yaşlanırsın hem de gençliği hiç yaşamadan diye düşündü.

Bir an gözlerini kapadı ve çocukluk yıllarını hatırlamaya çalıştı.

Evi geldi gözünün önüne, Amerika’nın 1950’lerde ürettiği ve mobilya gibi görünen siyah beyaz televizyonu ve üstündeki iğne oyası örtüyü, favorili babası ve krepeli saçları ile gözlerinin üzeri tamamen yemyeşil boyamış annesi geldi gözünün önüne. Annesinin bigudileri ve sabahlığı ile, ekmeği ve AOÇ pastörize sütlerini getiren kapıcıya seslenişini ve ‘’Bir paket te uzun Maltepe al’’ deyişini anımsadı. . Ali, Ahmet ve Osman, efendilere ne olmuştu kimbilir. O zamanlar bütün kapıcıların soyadının efendi olduğunu ve hepsinin akraba olduğunu düşünürdü. Soner Yalçın daha Efendi’yi yazmamıştı ve kapıcılara Ali Efendi, Osman Efendi derken hem onlara kapıcı oldukları hatırlatılır, hem de ikiyüzlü bir hümanizm yaparak , içi boş bir ‘’ biz şehirliler hümanist insanlarızdır, sana bey diyemeyiz çünkü bey biziz ama adınla hitap etmeyecek kadar da yücegönüllüyüz ‘’ü seslendirmeden yaşardı herkes. Herkesin bildiği ama konuşulmayan şeylerden biriydi işte. Kendi gibi Türkiye’de naifti o yıllarda. Farz-ı mahal, insanları bey ya da efendi yapan şey fakirlik ya da zenginlik değildi. Okumuş ya da okumamış olmak toplumdaki saygınlık derecesini belirlerdi. Fakir genç ve fabrikatörün kızı hikayelerinde zenginler hep çok kötü ve fakirlerse hep çok iyi insanlardı. Filmin sonunda zenginler mutlaka ‘’keşke ben de sizler gibi fakir olsam, ne güzelmiş fakirlik diye zengin olduklarından utanırlardı.Namusu kirletilen masum kızlar ve namus kirleten kötüler vardı. Gazozlara ilaç atılarak kandırılan kızlar filmin sonunda ya katil ya makdül olurlardı.

Başka bir son olabileceği zaten kimsenin aklına gelmezdi çünkü o zaman sabah programları yoktu televizyonlarda .

Televizyon Anıtkabirde nöbet değişimi yapan askerlerle açılır ve kapanırdı, annesinden lütfen askerlere kadar diye izin isterdi. Ajans başladı mı çocuklar susturulur ve kimin nerede öldürüldüğü dinlenir ve evde, güven içinde oldukları için, ne kadar şanslı olduğunu düşünürdü.Anne ve babası ülkenin çok zor günler geçirdiğini söylerlerdi sık sık en az üç beş yılda bir çünkü daha ‘’Ulemaya danışmak lazım’’ diyen bir başbakan ve 1946 Domurcalı doğumlu , Mustafa Hidayet, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden mezun olmuş, 30 yaşında bir dini bütün genç idi ve Maliye Bakanı olarak devlet teşekküllerini satarken ‘’Babalar gibi satarım ‘’ dememişti.
Evin içine girince bütün kötülüklerden kurtulmuş olunurdu, o zamanlar anne babalar mutlu olmasalar bile evlerinin içinde oluşan küçük evrenleri ile tatmin olabiliyordu ve başka türlüsü nasıl olurdu diye işyerlerindeki bilgisayarlarda chat yapmaya başlamamışlardı. Çünkü işyerinde kullandıkları en teknolojik alet, facit hesap makineleri idi .

Sadece anneanne ve dedelerin yazlığı vardı , kendi anneanne ve dedesi ölünce bizim de yazlığımız olacak diye düşünüyordu.Herkes kiracıydı. Ama bu hiç dert edilmezdi.Yaşlanınca onun da olacaktı evi nasıl olsa. .Ama yine de kimsenin ölmesini istemezdi. Olsun yazlığı da olmayıversindi.

Atatürk sanki yıllar önce ölmüş dedesiydi onun ve herkesi kurtarmıştı Yunanlılardan. Atatürkçü diye bir şey yoktu o zaman çünkü herkes doğustan öyleydi.
1881 Selanik doğumluydu Atatürk bunu herkes bilirdi. Atatürk pirinçten büsttü işte, 1881 Selanik doğumluydu ayrıca.

Anarşisler ya da anarşikler vardı bir de, kötü ya bıyıklı ya sakallı adamlardı , bir de dış mihraklar vardı bu dış mihraklar anarşistlerin akrabasıydı anarşisler sadece onlarla görüşüyordu. Akrabaları veya komşular gibi değildi onlar. Herkes kızıyordu onlara, bahçeye de kırmızı sarı bayrak asmışlardı bir kere.Onların bayrağı da ayrıydı , ormanda yaşıyorlardı. Sadece polisler biliyordu o ormanın nerede olduğunu onları, kovalayıp vuruyorlardı .Geceleri sokağa çıkılmıyordu çünkü bazen geceleri sokağa geliyorlar sonra koşarak ormana kaçıyorlardı. Eğer dışarı çıkarsa, babası polis’in onu , anarşistlerle karıştırıp vurabileceğini söylüyordu. Babasının söyledikleri saçma geliyordu, apartmanda oturuyorlardı nasıl anarşis olabilirdik ki diye düşünüyordu ki , karşı apartmana birgün polis arabaları geldi ve anarsişleri vurup torbalara koyup götürdüler o zaman babasına hak verdi.

O zamanlar bir polis bir Heidi vardı zaten . Susurluk’ta tost yenir, ayran içilirdi . Polislerle ilgili kötü konuşanlar da vardı ama onlara inanmazdı hiç kimse.
O zamanlar Ziverbey Köşkünün yerinde 13 katlı iki bina durmuyordu ve aileden hiç kimse, tüccarbaşındaki eski binanın, misafirlerinin ve evsahiplerinin , birgün Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’unda bizleri ağlatacağını bilmiyordu.

Ziverbey henüz bir köşk iken, o en çok Jon Voight’un Şampiyon filmine ağlamıştı,. Sonra Kramer Kramer’e karşı vardı. Ona da çok ağlamıştı. Annesi babası boşanmış çocuk olmak en kötü şeydi , birgün o çocuğun durumuna düşeceği aklına gelmemişti o zaman. Sadece artistler boşanırdı ki.
Kendi anne babasının boşanma duruşmasında bulunmuş bir çocuk olarak, şimdi Kramer Kramer’e karşıdaki o zamanlar acıdığı çocuğun, şimdi pek de şanslı olduğunu düşündü.

Bir dedesi vardı emekli asliye hukuk hakimi. Annesi ‘’Babaa! falan yerdeki hakim rüşvet yiyormuş ‘’ deyince kızıp bağırırdı dedesi ‘’Hakim rüşvet yemez ‘’ diye. Ama ‘’Çankaya’dan nasıl ev aldı o zaman ?’’ diye sorunca da ne diyeceğini bilemez, doğru olmasını istemeyen bakışlarla gazetesine gömülürdü.

Bir yudum daha aldı kahvesinden, televizyonu açtı , ‘’36 ay taksitle sadece….. kart sahiplerine müthiş fırsat …’’, diğer kanalı çevirdi, ‘’Benim dostum olmaz! Düşmanım yaşamaz ! ve….. silah sesleri,diğer kanalı çevirdi, ‘’ Zaeeep suy-u yaman akggar müaeelliimm dene ne dene neee …….’’

Gözlerini kapattı.

Balkonda oyun oynuyordu, birden silah sesleri geldi ve annesi üstüme atladı , balkon duvarındaki deliklere günlerce baktı, hiç korkmuyordu . Ölmek o zamanlar sadece başkalarına olan bir şeydi onun için.



İlkokula yeni başladığı zamanları düşündü, siyah önlük ve beyaz yakalı hali geldi gözünün önüne.

Bir sabah uyandığında kar yağmamasına rağmen annesi okula gitmeyeceğini söylemişti.
Çok sevindi!

Meğerse o sabahla birlikte; 10000 kişi göz altına alınmış.1 milyon 683 bin kişi fişlenmiş. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılanmış. 7 bin kişi için idam cezası istenmiş. 517 kişiye idam cezası verilmiş. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asılmış (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderilmiş. 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılanmış. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılanmış. 388 bin kişiye pasaport verilmemiş. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atılmış. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarılmış. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmiş. 300 kişi kuşkulu bir şekilde ölmüş. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelenmiş. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklanmış. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durdurulmuş. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verilmiş. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istenmiş. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiş. 31 gazeteci cezaevine girmiş. 300 gazeteci saldırıya uğramış. 3 gazeteci silahla öldürülmüş. Gazeteler 300 gün yayın yapamamış. 13 büyük gazete için 303 dava açılmış. 39 ton gazete ve dergi imha edilmiş. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirmiş. 144 kişi kuşkulu bir şekilde ölmüş. 14 kişi açlık grevinde ölmüş. 16 kişi kaçarken vurulmuş. 95 kişi çatışmada ölmüş. 73 kişiye doğal ölüm raporu verilmiş. 43 kişinin intihar ettiği bildirilmiş(1)

ve babası da sakalını kesmezse üniversiteden atılacağını söylemişti annesine .

Anne ve babasının konuşmaları ve yüz ifadeleri geldi gözlerinin önüne.

‘’Darbe olmuş!’’

Sanki Deprem olmuş gibi bir ifade vardı yüzlerinde. Kendi kendine olan bir şeymiş gibi sanki. Sonra, radyoyu açtılar. Daha sonra kariyerine ressam olarak devam edecek ve Sibel Can’ı çok sevecek olan asker, "kaybolan devlet otoritesini yeniden kazanmak amacıyla devlet yönetimine geçici bir süre el koyuyoruz." dedi.

Gözlerini açtı ne garip diye düşündü 1980’lerde orduya ve darbeye en muhalif tavrı göstermiş olan üniversiteler ve rektörleri şimdi, genelkurmay başkanıyla beraber elele vermiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik değerlerini korumaya çalışıyorlar.
1980’lerin SSCB bayrağını yakıp, Cuma namazı çıkışında, sol öğrenci gruplarına saldıran tarikatçı gençlerinin çocukları da, şimdi İsrail bayrağı yakıp, ABD gezisinde Lübnan’da İsrail askeri zayiatı olmasın diye, Hizbullah’a karşı kullanılmak üzere, Türk askeri gönderimi talimatını alan, başbakanlarının, kendilerine şeriat getirmesi için gösteri yapıyorlar.
Ama karşılarında dövüp tartaklayacak bir grup da kalmadı. 1980’lerin hızlı solcuları ya işkence altında öldü ya da düzene tutunup, Amerikan şirketlerinde yönetici oldular.
Kah yurtdışında okuyan kızlarının, oğullarının okul taksidi kah Çeşme’deki yazlığa havuz yapılması derken, şeriat isteyen grupların gösterisini plasma televizyonlarından seyredip, en kötü ihtimalle bizim oğlanın ya da kızın yanına kaçarız diyorlar kendi kendilerine.

Bu tarz bir duyarsızlığa sahip olma lüksü üzerinde, onyedisinde, yirmiyedisinde ve otuzyedisinde düşünmüştü.
Önce yargılama, sonra anlama daha sonra ise kıskanma ile sonuçlanan analizleri neticesinde; bu ülkede kalmak zorunda olmadığını bilen birey-insan için en rasyonel tercihin gitmek olduğu kabul etmişti.
Duyarsız kelimesine Türkçe’nin yüklediği negatif anlam, ifade etmeye çalıştığı ‘’duyarsızlık’’’ı gölgelediği için bir semantik açıklama yapmaya karar verdi kendine.
Du-yar-sız: (Indifferent) Kayıtsız, aldırışsız.Aldırış etmek durumunda olmayan, bağlam duyarsız hareket edebilecek imkanları bulunan. Böyle davranmadığı zamanlarda ne kadar acı çektiğini ve bu çekilen acılar neticesinde, kurtarılmak istenen halkın sadece Mark’s and Spencer dan alışveriş edip, DODICI’de kahve içebilse pek bir derdi kalmayacağını kabul eden kişinin verdiği sağlıklı tepki.

Bir yudum daha aldı kahvesinden, televizyonu açtı , Reklamlar ‘’….. sahiplerine …… mağazalarında 12+4 …..…’’, diğer kanalı çevirdi, ‘‘Enerji Bakanı…., IMF’nin bazı enerji KiT’lerinin zam yapabileceği yönündeki açıklamasına “Zamma da indirime de biz karar veririz. Bize zam yapılsın dendiği halde!!!!!!!! zam yapmadık, indirime gittik” diye yanıt verdi’’diğer kanalı çevirdi, ‘’ evet biraz bekgrandunuzdan bahseder misiniz …. ’’













(1)Vikipedi özgür ansiklopedi http://tr.wikipedia.org/wiki/12_Eyl%C3%BCl_Darbesi’den alınmıştır.

No comments: